TASAV -TASAV - Güvenlik Güçlerimizin PKK ile Mücadelesinin Kısa Tarihçesi
Güvenlik Güçlerimizin PKK ile Mücadelesinin Kısa Tarihçesi

Güvenlik Güçlerimizin PKK ile Mücadelesinin Kısa Tarihçesi

Yazdır

 

1978–1999 Döneminde Terörle Mücadele 

PKK bölücü terör örgütü, ortaya çıktığından beri binlerce insanımızın yaşamını kaybetmesine sebep olmakla kalmadı, ülke ekonomisine de onlarca milyar dolar zarar verdi ve milletimizin huzur ve refahına kastetti. Sözde “bağımsız Kürdistan” hayaliyle kurulan PKK, en çok zararı Kürt kökenli vatandaşlarımıza verdi. Çeşitli ülkelerden aldığı destekle, ülkemize karşı yürütülen vekâlet savaşının bir aracı olan PKK, güvenlik güçlerimizin yürüttüğü kahramanca mücadele sayesinde, hedeflerine hiçbir zaman ulaşamadı.

Marksist-Leninist ideolojiyi benimseyen PKK, Kürdistan İşçi Partisi (Partiya Karkaren Kürdistan) adıyla 27 Kasım 1978’de Diyarbakır’ın Lice ilçesinin Fis köyünde kuruldu. İlk zamanlarında kendisine Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ndeki aşiretleri hedef seçen PKK terör örgütü, bu dönemde en bilinen saldırısını 30 Temmuz 1979’da, Şanlıurfa’da Bucak aşiretinin lideri ve Adalet Partisi Şanlıurfa Milletvekili Mehmet Celal Bucak’a gerçekleştirdi. Bu saldırıyı gerçekleştiren tüm teröristler, açılan karşı ateş neticesinde öldürülürken, Mehmet Celal Bucak saldırıdan sağ kurtuldu.

PKK’nın, 1978-1980 arasında yaptığı saldırılar, alınan asayiş tedbirleri neticesinde genel olarak bertaraf edildi ve çok sayıda terörist yakalanarak tutuklandı. Örgüt elebaşı Abdullah Öcalan ise 12 Eylül 1980 darbesinden kısa bir süre önce, yurt dışına çıkarak Suriye’ye yerleşti. 12 Eylül darbesinden sonra da çok sayıda örgüt mensubu terörist yakalanıp yargılanırken, yüzlerce terörist yurt dışına çıkarak Suriye’nin kontrolündeki Bekaa Vadisi’ne yerleşmişti ve burada Filistinlilerden silahlı eğitim aldı.

Terör örgütünün, 20-25 Ağustos 1982 tarihleri arasındaki ikinci kongresinde, aldıkları silahlı eğitimin yeterli olduğu, artık tasarladıkları “devrimci halk savaşını” başlatabilecekleri görüşü ön plana çıktı ve bu sözde savaşın “stratejik savunma”, “stratejik denge” ve stratejik saldırı” aşamalarından oluşması planlandı. Terör örgütü yine 1982 yılı içerisinde, Irak Kürdistan Demokratik Partisi (KDP) ile anlaşarak silahlı unsurlarını Irak kuzeyinde, Türkiye sınırındaki dağlık bölgelere yerleştirmeye başladı.

Terör örgütü, KDP’nin de desteğiyle 1984’e kadar Irak kuzeyine yerleşti ve buradan yurt içine doğru terörist unsurlarını sızdırmaya başladı. Terör örgütünün bu hareketliliği güvenlik güçleri tarafından tespit edildi ve 1983 yılında, Irak kuzeyine, 5.000’in üzerinde askerî personelin katılımıyla kapsamlı bir sınır ötesi harekât gerçekleştirildi. Irak sınırından yaklaşık 5 km içeri girildiği bu harekâtta, bir kısım terörist etkisiz hâle getirildi. Ancak teröristlerin dağlık alanda saklanma imkânlarının ve sınırdan içeri daha derinlere çekilme imkânlarının olması, askerî unsurlarımızın ise başka bir ülkenin topraklarında daha fazla ilerleyememesinden dolayı, bu harekâttan istenilen sonuç alınamadı. 

Eruh-Şemdinli Saldırıları 

PKK terör örgütünün güvenlik güçlerine yönelik ilk silahlı saldırısı 15 Ağustos 1984’te, Siirt’in Eruh ve Hakkâri’nin Şemdinli ilçelerinde gerçekleşti. PKK terör örgütü, bu tarihten sonra jandarma karakolları, askerî araçlar ve askerî lojmanlar gibi hedeflere saldırılar gerçekleştirdi ve çok sayıda askerimizin şehit olmasına ve yaralanmasına sebep oldu. Askerî hedeflerin yanı sıra sivilleri de hedef alan bölücü terör örgütü, gerçekleştirdiği köy baskınlarında kadın ve çocuk ayrımı yapmaksızın çok sayıda vatandaşımızı katletti. PKK terör örgütü bu tarz saldırılarla askerî unsurları yıpratmayı, kamuoyu oluşturmayı, devleti bölge halkı nezdinde vatandaşını koruyamayan bir yapı olarak göstermeyi ve devletinin yanında olan vatandaşları cezalandırmayı amaçladı. PKK terör örgütü, bu amaçla ilk saldırılarını Mardin’in doğusundaki ilçelerden başlayıp doğuya doğru Van’ın güneyindeki ilçeleri de kapsayacak bir alanda (Mardin, Siirt, Şırnak (o yıllarda Siirt’in ilçesiydi), Hakkâri ve Van) gerçekleştirdi. İlerleyen yıllarda ise saldırılarını, Diyarbakır, Elazığ, Bingöl, Tunceli, Bitlis, Muş gibi çeşitli Doğu Anadolu illerini kapsayacak şekilde genişletti.

Türk Devleti ise başlayan terör olayları neticesinde hızlı bir refleks göstererek, güvenlik tabanlı idari düzenlemeler gerçekleştirdi. Öncelikle yeni Anayasa’ya uygun bir şekilde 1983 yılında Olağanüstü Hâl Kanunu çıkarılarak yapılacak yasal düzenlemelerin altyapısı teşkil edildi. OHAL Kanunu sonrasında güvenlik sorunu yaşayan illerde OHAL ilan edildi ve 1987 yılında toplam 13 ili kapsayan (Adıyaman, Bingöl, Bitlis, Diyarbakır, Elazığ, Hakkâri, Mardin, Muş, Siirt, Tunceli ve Van ile daha sonra il olan Batman ve Şırnak) Olağanüstü Hâl Bölge Valiliği oluşturuldu.

Aynı dönemde yürütülecek iç güvenlik operasyonları için sorumluluk alanı OHAL Valiliğine bağlı tüm illeri kapsayan Diyarbakır merkezli Jandarma Asayiş Komutanlığı kuruldu ve bölgedeki tüm askerî birliklerin emir komutası bu Komutanlığa bağlandı. Terörle mücadele sürecinde sonuç alıcı başarıların elde edilmesiyle birlikte, bu Komutanlığın sorumluluk alanı daraltıldı (Van, Hakkâri, Şırnak ve Siirt) ve Van’a nakledilerek İkinci Ordu Komutanlığına bağlı olarak Jandarma Asayiş Kolordu Komutanlığı adıyla yeniden teşkil edildi.

Terörle mücadelede 1980’li yıllarda yapılan bir diğer düzenleme ise “Geçici Köy Koruculuğu”nun teşkil edilmesi oldu. PKK terör örgütü, askerî birliklerin yanı sıra ulaşım imkânlarının daha zor olduğu köylere de saldırıp sivil can kayıplarının yüksek olduğu katliamlar gerçekleştiriyordu. Güvenlik güçlerinin, o zamanki şartlarda müdahale etme imkânlarının zayıf olduğu bölgelerde, jandarmaya bağlı bir şekilde köy koruculuğu sistemi teşkil edilerek vatandaşın, devletin sunduğu imkânlarla kendi köyünü terör saldırılarına karşı koruması amaçlandı. Güvenlik güçleri bir taraftan Irak kuzeyinde tespit edilen terör yuvalarına hava harekâtları gerçekleştirirken, iç güvenlik harekâtları da gerçekleştirerek teröristleri olabildiğince etkisiz hâle getirmeye gayret etti. Diğer taraftan da köy korucuları ile kırsal kesimde kalan köylerin güvenliği sağlanmaya ve sivil kayıpların önüne geçilmeye çalışıldı. Bu strateji ile 1990’lı yılların başına kadar devam edildi, daha sonra ise “sivrisineklerle uğraşmak yerine bataklığı kurutma” stratejisine geçildi. 

Bataklığı Kurutmak

Türk Silahlı Kuvvetleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan beri, düzenli bir orduyla savunma savaşı yapma üzerine donatılmış ve personel eğitimi de bu anlayışla şekillendirilmişti. Ancak terörle mücadele tecrübesi, iç güvenlik harekâtlarında gayrinizami tehditlere karşı güvenlik güçlerinin de uygun bir şekilde eğitilmesi ve donatılması gerektiğini gösterdi. Bu tecrübeden hareketle, Türk Silahlı Kuvvetleri ve Jandarma Genel Komutanlığı, 1990’lı yılların başından itibaren, gayrinizami harbe uygun bir şekilde taarruz helikopteri ve zırhlı personel taşıyıcı envanterini geliştirdi ve komando eğitimlerine ağırlık verdi.

Yeni konsepte uygun bir şekilde iç güvenlik harekâtında “alan hâkimiyeti” ne önem verildi ve terörist unsurlara karşı kapsamlı operasyonlar düzenlenerek ağır kayıplar verdirildi. Irak’ın kuzeyindeki terör kamplarına yönelik ise “bataklığı kurutmak” anlayışıyla, çok sayıda hava ve kara harekâtı düzenlendi ve bu sayede terör örgütünün saldırı yeteneği ortadan kaldırıldı. Kırsaldaki silahlı gücünü kaybeden bölücü terör örgütü, 1996’dan itibaren çeşitli kent merkezlerinde bombalı eylemler gerçekleştirdi. Güvenlik güçlerinin yanı sıra, sivillerin yoğun bir şekilde kullandığı ulaşım araçları ve alışveriş merkezlerinin hedef alındığı bu saldırılarla terör örgütü, hâlâ etkin olduğu ve büyük kayıplar verse de terör yeteneğini kaybetmediği imajını vermek istiyordu.

Terörle mücadele, 1990’lı yılların ikinci yarısında da, hem yurt çinde hem de Irak kuzeyinde kararlılıkla devam etti ve bir nevi nihai aşamaya gelindi. Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Atilla Ateş, 16 Eylül 1998’de Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde yaptığı bir açıklamada, PKK terör örgütüne verdiği destek nedeniyle “Suriye’ye karşı sabrın dolmak üzere olduğunu” ifade ederek adı geçen ülkeye yönelik harekât sinyali verdi. Türkiye’nin askerî makamlar aracılığıyla verdiği uyarı mesajını alan Suriye, teröristbaşı Abdullah Öcalan’ın Suriye’den ayrılmasını sağladı ve Türkiye ile güvenlik konularını içeren Adana Mutabakatı’nı (20 Ekim 1998) imzaladı.

Teröristbaşı Abdullah Öcalan ise, Suriye’den çıktıktan sonra birçok ülkeden sığınma talebinde bulundu ancak Türkiye’nin baskıları neticesinde bu talepleri karşılık bulmadı. Nihayetinde Yunanistan’ın Kenya’nın başkenti Nairobi’deki Büyükelçiliğinde kaldığı tespit edilen teröristbaşı, Türk istihbarat birimlerinin 15 Şubat 1999’da gerçekleştirdiği başarılı operasyon neticesinde Türkiye’ye getirildi. 

Teröristbaşı Abdullah Öcalan, bağımsız Türk mahkemelerinde yargılanarak hak ettiği cezayı alırken, PKK terör örgütü de sözde ateşkes ilan ederek yurt içindeki terörist unsurlarını Irak kuzeyine çekme kararı aldı. PKK, bir taraftan saldırılarına ara verirken diğer taraftan da sivil itaatsizlik hazırlıkları yapmaya başladı. Ancak istihbarat birimlerinin ve güvenlik güçlerinin başarılı operasyonları sayesinde bu girişimlerinde başarılı olamadı. 1999 yılındaki bazı terör olaylarının haricinde, 57. Hükûmet dönemine tekabül eden 1999-2004 yılları arasında PKK’nın can kaybına yol açan herhangi bir saldırısı olmadı.

2003–2021 Döneminde Terörle Mücadele

ABD’nin, 2003 yılında Irak’ı işgal etmesiyle birlikte, ortaya çıkan otorite boşluğunu fırsata çeviren PKK terör örgütü, 1 Haziran 2004’te aldığı bir kararla sözde ateşkesi sona erdirdiğini açıkladı. Bu dönemde ABD’nin desteğiyle, Irak kuzeyindeki Kürt gruplar devletleşme yolunda adımlar atarken, Irak ordusunun envanterindeki silahların peşmergelere, peşmergelerden de PKK terör örgütüne aktarıldığı yönünde açık kaynaklarda haberler yayımlandı.

PKK terör örgütü, 2004 yılından sonra çeşitli eylem tarzlarını benimsedi. En yaygın olarak kullanılan eylem tarzı, mayınlı veya el yapımı patlayıcılı (EYP) saldırıları oldu. Bu saldırı türünde özellikle hareket hâlindeki askerî araçlar, yola tuzaklanan patlayıcıların aracın geçişi sırasında patlatılmalarıyla hedef alındı. Bir diğer türü yine askerî araçların derin vadilerden geçtiği sırada hâkim tepelerden roketli saldırıya uğraması ve sonrasında ise ağır silahlarla ateş altına alınması şeklinde oldu. Başka bir saldırı türü ise karakolların kalabalık terörist gruplar tarafından, gece saatlerinde etrafının sarılması, ilk roket atışları sonrasında karakol binasında hasar oluşturulup ağır silahlarla ateş altına alınması şeklinde oldu. Bu tür saldırılarda nihai amaç karakolun ele geçirilmesi iken, kahraman askerlerimizin canını ortaya koyarak karşılık vermesi neticesinde, terörist unsurlar bu hedeflerine ulaşamadı.

"Alan Hâkimiyeti"

Bu tür saldırılarda güvenlik güçlerimiz çok sayıda şehit verirken, TSK’nın terörle mücadele yöntemi ve araçları da sorgulanır hâle geldi. TSK’nın, 1990’lı yıllarda ısrarla üzerinde durduğu “alan hâkimiyeti” anlayışı, kalıcı bir şekilde gerçekleştirilmek üzere tekrar gündeme geldi.

Askerî yetkililer, alan hâkimiyetinin en düşük maliyetle ve en etkili şekilde, hava üstünlüğünün sağlanması yoluyla gerçekleşeceğini düşündüler ve insansız hava aracı teminine yöneldiler. Bu maksatla İsrail’den “Heron”, ABD’den ise “Predatör” adlı insansız hava araçları kiralandı ancak bunlardan beklenen verim alınamadı. Daha sonra Türkiye, kendi imkânlarıyla insansız hava aracı (İHA) ve silahlı insansız hava aracı (SİHA) üretmeye yöneldi. Günümüzde İHA’lar ve SİHA’lar terörle mücadelede aktif bir şekilde kullanılıyor. Ayrıca taarruz helikopterleri de hava üstünlüğünün sağlanmasında önemli bir yer tutuyor. TSK envanterindeki “Kobra” tipi helikopterlerin yanı sıra yerli imkânlarla üretilen “ATAK” helikopterleri ve mühimmatları, güvenlik güçlerimizin operasyon sahasındaki çok önemli ateş destek vasıtası hâline geldi.

Karakolların bulundukları yerler ve sağlamlıkları, bu süreçte ayrı bir tartışma konusu oldu. Geçmiş dönemlerde kaçakçılığın önlenmesi ve yol asayişinin sağlanması amacıyla vadilere ve yol güzergâhlarına inşa edilen basit mimarili karakol binaları, terör örgütünün ana hedefi hâline gelmişti. Bu eksikliklerin farkına varılmasıyla birlikte, araziye hâkim tepelere, kalın ve sağlam beton duvarları olan yüzlerce “kalekol” inşa edilmeye başlandı. Ayrıca yol güzergâhlarını kontrol edebilmek için de araziye hâkim tepe bölgeler termal kameralarla donatıldı ve daha küçük boyutlarda “kulekol”lar inşa edildi. Yeni yapılan kalekol ve kulekollar sayesinde, hem asker kayıplarının önüne geçildi, hem de araziye hâkim olunarak ve en ufak hareketlilik bile hemen tespit edilmeye başlandı.

Asker sevkiyatında kullanılan açık kasalı UNİMOG tipi araçların, roketli veya mayınlı/EYP’li saldırılarda hedef hâline gelmesinden ve bu nedenle çok sayıda şehit verilmesinden sonra, yerli ve milli imkânlarla “KİRPİ” adlı personel taşıyıcı araç geliştirildi. Roketli ve patlayıcılı saldırılarda askerî personelin zarar görmesini engelleyen bu zırhlı araçlar sayesinde, güvenlik güçlerimizin hareket kabiliyeti daha da arttı. Tüm bu unsurların yanı sıra gelişen yerli savunma sanayii sayesinde, güvenlik güçlerimiz termal kamera ve dürbün, muhabere sistemleri, akıllı mühimmatlar gibi çeşitli yüksek teknolojili savunma ürünlerini daha düşük maliyetle, daha etkin bir şekilde kullanmaya başladı. Bu gelişmeler de terörle mücadelenin başarılı bir şekilde yürütülmesinde çarpan etkisi yaptı.

Güvenlik güçlerimizin kullandığı envanterde ve terörle mücadele konseptinde bu değişiklikler yaşanırken, terör örgütüne müzahir unsurların da yönlendirmeleriyle “Türkiye’nin, PKK terör örgütünü silahlı yöntemlerle alt edemeyeceği, bu nedenle örgütü muhatap alıp müzakere etmesi ve uzlaşması gerektiği” yönünde kamuoyu oluşturulmaya başlandı. Bu söylemlerin siyasi iktidarı da etkilemesi neticesinde 2013’te sözde “Çözüm Süreci” başladı ve PKK terör örgütü sözde “ateşkes” ilan etti. “Analar ağlamasın” söylemleriyle başlatılan bu süreç, PKK terör örgütü için kalıcı bir barıştan ziyade yılladır hayalini kurduğu “Devrimci Halk Savaşı” için hazırlık evresi oldu. Nitekim PKK’nın dağ kadrosundaki teröristler, şehir merkezlerinde herhangi bir engele takılmadan faaliyet gösterebildi ve topladıkları örgüt sempatizanı taraftarları sayesinde, planladıkları şehir savaşının hazırlıklarını yaptı.

Teröre Destek

Suriye’de 2011 yılında başlayan iç savaş sonrasında ülke parçalara bölündü ve IŞİD terör örgütü önemli bir kısmını kontrolüne geçirdi. PKK’nın Suriye’deki uzantısı PYD ise, IŞİD ile mücadele adı altında başta ABD olmak üzere çeşitli ülkelerden silah desteği aldı ve ABD’nin hava desteği sayesinde Suriye topraklarının önemli bir kısmında kontrolü sağladı. Özellikle kadın teröristlerin “özgürlük savaşçısı” gibi gösterildiği propaganda faaliyetleri Batı kamuoyunda etkili olurken, elde ettikleri siyasi destek sayesinde de meşruiyet arayışlarını hızlandırdı.

PKK terör örgütü, bu süreçte IŞİD terör örgütü ile başta Ayn El Arap şehri olmak üzere, çeşitli yerleşim birimlerinde meskûn mahal çatışmasına girdi ve uzun süren çatışmalar sonrasında şehirlerin kontrolünü sağladı. Arkasından PKK terör örgütüne müzahir unsurların “Rojava Devrimi” diye tanımladıkları, Afrin, Kobani (Ayn El Arap) ve Cezire bölgelerini kapsayan yönetim sistemi kuruldu.

PKK, Suriye’de meskûn mahal çatışmalarında edindiği tecrübeyi Türkiye’de de kullanmak istedi ve 2015 yılının Temmuz ayında, daha önce ilan ettiği sözde ateşkesi ve çözüm sürecini sonlandırdı. Bir süre sonra, HDP’li belediyelerin teknik imkânları da kullanılarak, bazı il ve ilçe merkezlerinde (Diyarbakır, Hakkâri, Şırnak, Mardin, vs.) hendekler kazıldı. PKK’nın dağ kadrosundaki terörist unsurlar, şehir merkezlerine indi ve buralardaki daha küçük yaşlardaki milis unsurlarla (YPS, YDG-H) beraber, yıllardır hayalini kurdukları sözde devrimci halk savaşını başlattı. Hendek kazılan kent merkezlerinde sözde özerklik ilan edilerek, Suriye’deki yapıya benzer “öz yönetim” kurulduğu açıklandı. Sözde çözüm süreci içerisinde kent merkezlerine silah ve patlayıcı yığınağı yapan terör örgütü, şehirleri savaş alanına çevirdi.

Terör örgütü, yaptığı bu kadar hazırlığa rağmen halktan beklediği desteği yine bulamadı. Örneğin, terör örgütüne müzahir unsurların en etkin olduğu yerlerden biri olan Cizre’nin nüfusu normalde 160-180 bin civarında iken, hendek terörü başladığında halk örgüte destek vermeyerek şehri terk etti ve nüfus 20-25 bin seviyelerine kadar geriledi. Diğer taraftan hendek çatışmaları genellikle şehrin belli mahallelerinde yaşandı, yerinde kalan halkın önemli bir kısmı da bu terörist kalkışmaya destek vermedi. Bununla birlikte, terörist unsurlar yollara ve terk edilmiş binalara döşedikleri patlayıcılarla güvenlik güçlerinin operasyon yeteneğini sınırlarken, sivilleri kendilerine canlı kalkan yapmaktan da geri durmadı. Tüm bu olumsuz şartlarda, güvenlik güçlerimiz kahramanca bir mücadele sergileyerek şehir merkezlerini terörist unsurlardan temizledi, hendekleri kapattı ve tuzaklanan patlayıcıları etkisiz hâle getirdi. Özellikle jandarma ve polis özel harekât birliklerimizin (JÖH ve PÖH) yüzlerce şehit vererek yürüttüğü kahramanca mücadelesi asla unutulmamalı ve minnetle anılmalıdır.

PKK terör örgütü, şehir merkezlerinde yaşadığı hezimetten sonra silahlı unsurlarını tekrar kırsal alana çekti ve silahlı faaliyetlerine burada devam etme kararı aldı. Ancak güvenlik güçlerimizin, karakol, kulekol, zırhlı araç, beton bariyerlerle güçlendirilmiş kontrol nokraları, gibi fiziksel imkânlarının yanı sıra, İHA ve SİHA’lar ile araziye hâkim olmaları ve tespit edilen teröristleri anında etkisiz hâle getirebilme yetenekleri sayesinde, teröristler büyük kayıplar verdi. Ayrıca istihbarata dayalı nokta operasyonlar ile üst yönetici kadrolar da hedef alınarak, terör örgütüne ölümcül darbeler indirildi.

Sınır Güvenliği

Yurt içinde başarılı operasyonlar sürdürülürken, 2016’dan itibaren terör örgütünün Suriye ve Irak’taki barınma alanlarına yönelik kapsamlı harekâtlar düzenlendi. Türk Silahlı Kuvvetleri, Suriye Milli Ordusu ile beraber, Suriye’nin kuzeyinde hem IŞİD hem de PKK/PYD’nin kontrolündeki bölgelere, Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı Harekâtları düzenledi. Söz konusu harekâtlar sonrasında, hem Türkiye sınırları güvenli hâle getirildi, hem Irak kuzeyinden Akdeniz’e kadar uzanacak PKK kontrolündeki terör koridoru engellendi, hem de kontrol altına alınan bölgelerde kamu düzeni sağlandı.

Irak kuzeyinde ise geçmiş yıllardaki harekâtlardan çok önemli farklılıkları olan “Pençe Harekâtları” ile terör örgütünün tüm kamp alanları hedef alındı. TSK, geçmiş yıllarda Irak kuzeyine düzenlediği harekâtlarda terör örgütünün kamp alanlarına girip, tüm terörist unsurları temizledikten sonra geri çekiliyordu. Bu harekâtlarda örgüt çok ciddi kayıplar vermesine rağmen, bir süre sonra tekrar toparlanıp, bu dağlık alanlarda yeniden yuvalanabiliyordu. Ancak son yıllardaki uzun soluklu operasyonlarda, terörist unsurlar etkisiz hâle getirildikten sonra, kontrol altına alınan bölgelere yollar ve karakollar inşa edilerek kalıcı bir şekilde yerleşilmeye başlandı. Bu şekilde yürütülen, yavaş ama emin adımlarla ilerleyen terörle mücadele süreci sonunda örgütün hareket alanı iyice daraltıldı.

Terörle mücadelede son dönemdeki duruma bakıldığında, resmî makamlar tarafından, yurt içinde 250-300 civarında teröristin kaldığı ifade ediliyor. Irak kuzeyinde ise Türkiye’nin sınır hattı boyunca ortalama 30 km derinliğinde bir güvenli hat oluşturuldu. Diğer taraftan terör örgütünün ana karargâhı durumunda olan Kandil Dağı bölgesi, istihbarata dayalı nokta atışlı hava harekâtları neticesinde, özellikle üst düzey teröristler için güvensiz bir alan hâline geldi. Ancak bu bölge, coğrafi şartların sunduğu güvenli ortam nedeniyle, terör örgütü açısından hâlâ önemini korumaya devam ediyor. Ayrıca Irak kuzeyindeki kamp alanlarından Suriye’ye geçişte kullanılan Sincar Dağı, PKK açısından stratejik bir öneme sahip. TSK, Türkiye sınırından çok içeride olan Sincar Dağı’na, siyasi ve diplomatik nedenlerle henüz kara harekâtı gerçekleştiremedi. Ancak şartların olgunlaşması durumunda, bu bölge de terörist unsurlardan mutlaka temizlenecektir.

Suriye’deki PKK/PYD unsurları da, Türkiye’nin güvenliği için sorun teşkil etmeye devam ediyor. Türkiye, özellikle sınır güvenliğini sağlayabilmek için gerçekleştirdiği harekâtlarda, kritik bölgelerin bir kısmını güvenli hâle getirmeyi başardı. Suriye’deki sorunun bu ülkenin toprak bütünlüğüne bağlı bir şekilde çözülmesi, bölge barışı açısından önem taşıyor. Ancak bunun mümkün olmaması durumunda ise, Türkiye kendi güvenliği için gerekli tedbirleri almaya devam edecektir.

 

NOT: Bu makale ilk olarak Türkgün Gazetesi'nde 15-16 Mayıs 2021 tarihlerinde iki bölüm halinde yayınlanmıştır.