Bu sayfayı yazdır
Yolsuzluk, Rüşvet ve Kara Para Operasyonunun Ardından Türkiye…

Yolsuzluk, Rüşvet ve Kara Para Operasyonunun Ardından Türkiye…

05 Şubat 2014
Siyaset, Hukuk ve Yönetim Araştırmaları Merkezi Değerlendirme

Çalışmayı İndir (PDF)

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının esasen 2012 yılından itibaren yürüttüğü “ceza soruşturması” kapsamında, 17 Aralık 2013 günü, içinde AKP’li bakan çocukları, belediye başkanı, bürokrat ve işadamlarının da bulunduğu 52 kişinin rüşvet, kara para aklama ve usulsüz imar işlemleri nedeniyle gözaltına alınması, arama işlemleri yapılması ve yapılan aramalarda el konulan suç delilleri, başta AKP olmak üzere tüm kamuoyunda şok etkisi yapmıştır. Şok etkisinin esas sebebi iddiaların boyutu ve ilişkili olduğu kişilerin pozisyonu olmuştur. Soruşturma faaliyetlerinin devam ettiği süreçte gözaltına alınanların sayısı 91’e kadar yükselmiştir.

Hemen belirtmek ve önemle vurgulamak gerekir ki 17 Aralık 2013 tarihinden itibaren yaşanan gelişmeler değerlendirilirken “operasyon” kavramı yerine “ceza soruşturması” kavramının kullanılması terminolojik açıdan daha doğru olacaktır. Her ne kadar konu kamuoyunda “17 Aralık operasyonu” olarak ifade edilmekteyse de “operasyon” söylemi; hükümet, AKP ve ona destek veren medya ve diğer çevreler tarafından ortada “ceza soruşturması yapılmasını gerektiren bir suç bulunmadığı, Gülen cemaati ve dış güçler tarafından millî iradeye karşı bir operasyon yürütüldüğü” algısını oluşturmaya ve benimsetmeye matuf olarak kullanılmaktadır. Oysa sırf kamuoyu ile paylaşılan delillerin bile “yolsuzluk, rüşvet ve kara para aklama” suçları yönünden “kamu davası” açmaya yeterli olduğu açıktır. Kaldı ki söz konusu dosyalar kapsamında “Cumhuriyet Savcıları” tarafından ulaşılan ve fakat henüz kamuoyu ile paylaşılmayan delillerin neler olduğu bilinmemekle birlikte; söz konusu delillerle ilgili takdir ve bu deliller uyarınca hüküm verme yetkisi “yüce Türk milleti” adına bağımsız mahkemelere aittir. Nitekim soruşturma konusu olan yolsuzluk, rüşvet ve kara para aklama suçlamalarına yönelik yargı süreci devam etmektedir.

Medyaya yansıyan soruşturmaya dair kayıtlardan, aramalarda el konulan paralardan ve sızdırılan belgelerden, olayın kimlere ulaştığı ve nasıl bir derinlik kazandığı ana hatlarıyla ortaya çıkmıştır. Buna göre AKP’li bakanlar, belediye başkanı, bakan çocukları ve yakınları, bürokrat ve iş adamlarıyla birlikte bu işin Başbakan’a ve ailesine kadar uzandığı kamuoyuna yansımıştır. 25 Aralık 2013 günü rüşvet ve yolsuzluğa adı karışan üç bakanın istifa etmesi ve yolsuzluk iddialarıyla gündeme gelen dört bakanın da kabine dışı kalmasıyla birlikte, hükümet ve Cumhurbaşkanınca zımnen de olsa ikrar edilen yolsuzluk soruşturması yeni bir boyut kazanmıştır.

Ne yazık ki ülkemizde karanlık ilişkiler içerisinde; işadamlarının, kamu görevlilerinin ve siyasetçilerin aktif rol oynadığı yolsuzluk örnekleriyle karşılaşılmaktadır. Son 11 yıldır yaşananlar temiz toplum, temiz siyaset, dürüst yönetim gibi değerlerin hayata geçirilmesi ihtiyacını doruğa çıkarmıştır.

Yolsuzlukların ve siyasî etiğe sığmayan davranışların özellikle ülkeyi yönetme sorumluluğu taşıyanlarca yapıldığı ve bunların kirliliklere bulaştığı toplumlarda,  yozlaşma her alana yayılmakta, toplumun çeşitli kesimlerine de sirayet edebilmektedir. Bir yandan da bu kirli ilişkilerin ortaya çıkmasıyla seçtiği siyasilerden dürüst bir yönetim bekleyen kamuoyunun kahir ekseriyetinde; önce hükümete, ardından siyasete ve devlete karşı güvensizlik oluşmaktadır. Bu olayların tekrarı ise bu güvensizliği derinleştirmekte ve kalıcı hâle getirmektedir. 

Çok iyi bilinen bir husustur ki “temiz toplum” idealine ulaşmak; ancak, karar verme ve toplumu yönlendirme konumunda bulunanların etik kurallara uymaları, yolsuzluk ve usulsüzlüklerle mücadele konusunda kararlı ve inançlı olmaları hâlinde mümkün olabilmektedir.

Demokrasilerde temel sorumluluk siyasî partilere, bakan ve milletvekillerine düşmektedir. Bu sebeple de siyasetçilerin yaşam tarzları ve davranışları ile topluma örnek olmaları, erdemli ve ilkeli tavırları ile de toplumun güvenini kazanarak demokrasinin bütün kurum ve kurallarıyla tesisini sağlamaları gerekmektedir.

“Yolsuzluk” mutlak kötüdür. Bu kötülüğün topluma yansıyan ve topyekûn toplumu etkileyen ağır ekonomik ve sosyal maliyetleri olmaktadır. Bununla beraber yolsuzluğun esas maliyeti hukukî ve siyasîdir. Milletin birikimlerinin hak etmeyenlere peşkeş çekilmesi anlamına gelen yolsuzluğu yapan ve kirliliğe bulaşan herkesin belirtilen maliyetlere katlanmak durumunda olmaları da kaçınılmazdır.

Esasen bu tür yozlaşmalara yol açan sebeplerin başında açıklık, dürüstlük ve hesap verebilirlik ilkelerinin siyasette kurumsallaştırılamaması ve bireysel çıkar ilişkilerinin önüne geçecek etkin bir kontrol sisteminin oluşturulamaması gelmektedir.

Her bakana göre değişen eğitim sisteminde bir türlü giderilemeyen çarpıklıklar,  siyasallaşan hukuk sistemindeki belirsizlik ve boşluklar, idarî sistem içindeki hantal kurum ve kuruluşlar ile liyakatsiz kamu görevlileri, şahsî çıkarlarını kamu yararının önünde tutan yönetici ve siyasiler yolsuzluklar için uygun ortam hazırlamaktadır.

Bugün ortaya çıkan tabloya göre devlet çarkı işlememektedir. Devlet içinde kavga vardır. Devletin kurumları ve kuralları keyfice tahrip edilmektedir. Adli Kolluk Yönetmeliği’nin değiştirilmesi ve HSYK’nın yapısının değiştirilerek yargının adeta Adalet Bakanı’nın kontrolüne teslim edilmesi bu kapsamda yapılan girişimlerdir. Kamuoyunda bu tür girişimlerin demokratik gereklilik ve kamu yararı odaklı değil, yolsuzlukları örtbas etme amaçlı olarak yapıldığı inancı vardır.

Hükümetin bu girişimleri, eş zamanlı olarak piyasaları da tedirgin etmiştir. Çapının giderek büyüyeceği anlaşılan yolsuzluk ve rüşvet iddialarının başka gündemlerle üzerinin örtüleceği endişesi, ekonomide çalkantı ve istikrarsızlık getirmiş, güvensizliği derinleştirerek beraberinde ekonomik kriz riskini de artırmıştır.

Her ne kadar hükümet yetkilileri piyasalardaki olumsuzlukları yolsuzluk ve rüşvet soruşturmasına bağlasa da sorunun kaynağı yolsuzluğun kendisidir. Bu gibi yaklaşım tarzları da ancak gündemi değiştirme, olayları saptırma ve kamuoyunu başka şeylerle meşgul etme çabası olarak değerlendirilebilecektir.

Anayasa’nın 104’ncü maddesi, Cumhurbaşkanı “Anayasa’nın uygulanmasını, devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir” hükmünü amirdir. Ülkede olup bitene bakıldığında polisin savcının emrini yerine getirmediği, Başbakan’ın savcıya talimat gönderdiği, HSYK ve yargının Adalet Bakanı’na bağlanmaya çalışıldığı, yolsuzluk ve rüşvetle ilgili soruşturmada rol alan Emniyet personelinin tamamının görevden alındığı, bürokrasinin alt üst edildiği bir durumda devlet içinde hangi uyumdan söz edilebilecektir?

Kurumların çatıştığı, kuralların otoriter bir yönetim anlayışı ile yolsuzlukları örtbas etmeye dayalı tasarlandığı, hükümetin yolsuzlukları ortaya çıkaranlarla hesaplaşmaya giriştiği, siyasetin gerginleştiği, toplumun yeni yeni kamplara ayrıldığı ve kutuplaştığı, ekonomide kriz çanlarının çalmaya başladığı bir ortamda devlet çarkının sağlıklı işlediği nasıl söylenebilecektir?

Kamu kurumları arasındaki uyumsuzluğun devletin âli menfaatlerini haleldar eder hâle çoktan geldiği, kurumlar arasında eşgüdüm bir yana hukuk sisteminin tam bir karmaşaya sahne olduğu bir ortamda dahi Cumhurbaşkanı inisiyatif almaktan kaçınmıştır. Bu tavır ise geleceğe dönük farklı siyasî mülâhazaları da beraberinde getirmiştir.

Kafalardaki soru işaretlerinin bitmesi ve piyasaların normalleşmesi, ülkeyi yönetme sorumluluğu taşıyan siyasilerin, yolsuzluk ve usulsüzlüklerin üzerine tereddütsüz gidileceği ve yargıya bu konuda tam destek verileceği yolunda teminat vermeleri ile mümkün olabilecektir. Aksi takdirde yaşanmakta olan kriz, siyasetin de ekonominin de yakın geleceğini derinden etkileyecektir.

Yolsuzluk ve rüşvet iddialarının Türkiye’de ortaya çıkardığı durumu; siyasî, hukukî, dış politika, güvenlik ve ekonomik boyutlarıyla değerlendirmek mümkündür. Ancak bundan önce, bu süreçte yaşananların kronolojik olarak kısaca hatırlatılması, meselenin tüm boyutlarıyla anlaşılması açısından faydalı olabilecektir.

Tamamını okuyun...